Haftasonu için başka bir ülkeye gidiyor olmak yorucu olsa da fikren ve fiilen güzeldi. Bir başka avrupa ziyaretinden kalma vizeleri değerlendirmek için güzel fırsat olmakla birlikte yeşil pasaportu olanlar için vizesiz gitme imkanı var. Tabi bu durumda grubun yaş ortalaması biraz yükseliyor olsa da tur rehberimizin genç olması seyahati eğlenceli hale getirebiliyor.
Cuma akşamı 10 civarında Kadıköy’den hareket edip sabah 10 sularında Selanik’e varmış olduk. Sınır kapısındaki uzun ve soğuk bekleyişten sonra, diğer freeshoplardan daha ucuz olan İpsala freeshopu bekleyişimizin sıkıntısını giderdi denebilir. Yolculuk sırasında beni en çok etkileyen sahne, Meriç nehri üzerinden geçerken köprünün trabzanlarının kırmızı beyazdan mavi beyaza dönmesi oldu. Bir ülkeden başka bir ülkeye köprü üstünde bayraklar eşliğinde geçmek, görüntünün ve hissiyatın farkını algılamak ilginç bir deneyim oldu. Daha önce karayoluyla ülke geçişlerim olmuştu; Fransa-Belçika, Fransa-İtalya gibi ama sanırım burada vatan faktörü de ağır bastığından bu kadar etkilendim..
Yunan halkıyla ilk karşılaşmamız Selanik’e gitmeden yol üzerinde kahvaltı molası verdiğimiz tesiste oldu. Dışardan çok sessiz görünen mekana girer girmez bir uğultuyla karşılaştık. Sabahın çok erken saati olmasına rağmen kahvaltı etmek isteyen Yunanlar bağrış çağrış kahvaltılık almaya çalışıyorlardı. Bütün tezgahları gezdim ve dikkatimi çeken böreklerle dolu olan bölüm oldu. Türkiye’de börekçilerde satılan bol yağlı, ince katları olan böreklerin daha da katlısı ve yağlısı olmak kaydıyla her çeşit vardı. Nasıl bu kadar yağlı olduğuna hayret ederek sandviçlerin olduğu bölüme geçtim. Orada da yine yağda kızartılmış malzemelerden hazırlanan sandviçler vardı. Tek kalan peynirli sandvici alarak gürültüden ayrıldım. Yunan yemek kültüründen ilk izlenimim “bol yağ” oldu.
Selanik’e vardığımızda ilk durağımız tüm şehrin izlenebildiği kale oldu. Sonra kısa bir şehir turu yaptık. Beni en çok heyecanlandıran bölüm Atatürk’ün doğduğu evin ziyaretiydi. Kapıda bir sürü Yunan polisi vardı. Atatürk’ün evi, Türk konsolosluğu ile aynı bahçede bulunduğu için önce giriş izni alındı ve küçük bir kontrolden sonra içeri alındık.
Benim aklımda kalan tüm fotoğraflarda ev krem rengiydi ama orjinalinin pembe olduğunu görünce biraz şaşırdım. Grup halinde geziyor olmamız nedeniyle başlangıç noktasından değil de bitiş noktasından başlayarak ev içinde Atatürk’ün ruhunu hissetmek için kendime alan yaratmak istedim. Sergilenen tüm kıyafetlerindeki zerafeti hayranlıkla inceledim. Duvara asılı karnelerini incelerken duygulanmaya başladım. Doğduğu odaya adım attığımda ise duygularım iyice yoğunlaşmıştı. Şuan çalışma odası olarak düzenlenmiş olsa da onun bu odada doğduğunu düşünmek, o zamanları hayal etmek ürpertti beni. Sevgi, özlem, hayranlık, bağlılık ve hüzünle karışık gözyaşları belirdi gözümde. Sonra mutfağa yöneldim ve hislerimin ağırlığından kurtulmak için bahçeye attım kendimi. Bahçeden uzun uzun evi seyrettim.
Akşam üstü otelimize yerleştik. Çok geniş bir oda içinde, güzel bir resmin kapladığı tavanın altındaydık. Tur fiyatına göre odanın kalitesi çok iyiydi. Artık şehri yürüyerek, kendi başımıza keşfetme zamanı gelmişti. Yıllardır devam eden kriz haberlerinin etkisi ve benim ekonomiye olan ilgilendimdir, şehir hakkındaki ilk izlenimim ekonominin durmuş olmasıydı. Cumartesi gündüz vakti olmasına rağmen dükkanların çoğu kapalıydı. Açık olan dükkanlarda var olan ürünler ise kötü durumdaydı. Kalite ve fiyat oldukça düşüktü. Ama sahile doğru ilerledikçe şehrin başka bir yüzü göründü: Kafeler, restoranlar yüksek sesle konuşan, eğlenen, kahkaha atan Yunanlarla doluydu. Çok açık bir şekilde görülüyor ki Yunan ekonomisinin sorunu; çalışmadan, üretmeden tüketmek.
Aristoteles meydanında, denemek için sabırsızlandığımız yunan döneri “gyros” tavuk ve domuz eti olmak üzere iki çeşitle yapılıyordu. Pita ekmeği arasında nefis döner, kızarmış patates ve içeceklerle kişi başı yaklaşık 4 euro ödeyerek, mutlu mesut gezimize devam ettik. Geniş ve güzel Aristoteles meydanında yağmura rağmen çok neşeli ve keyifli bir atmosfer vardı. Dönerin ardından nefis dondurmalar yedik. Küreselleşmenin yeni simgesi Starbucks’ın Selanik şubesinde kahvemizi içerken bize çiçek satmaya çalışan bir adam Türk olduğumuzu duyunca türkçe konuşmaya başlayıp, Türkiye’deki anılarını anlatmaya çalıştı. Daha sonra da türkçe konuşan ve türk olduğumuzu duyunca sevinen bir çok yunanla karşılaştık. Diplomasi ile halkın arasındaki farkı iyice hissetmiş olduk. Tavernaya gitmekle gitmemek arasında uzun süre düşünüp, sonunda gitmeyip sahilde güzel bir barda oturmaya karar verdik. Tadı damağımızda kalan dönerden otele dönüş yolunda birer tane daha yedik.
Kısa Selanik turumuz, ertesi sabah, büyük ve güzel odalı otelimizin vasat kahvaltısıyla son buldu ve Kavala’ya hareket ettik. Kavala Türk sınırına daha yakın ve Türklerin sayısının fazla olduğu küçük bir sahil şehri. Aklımda kalan en güzel tarafı da nefis balık restoranı!!!
Bu dereotlu ve midyeli pilavı hayatım boyunca unutmayacağım sanırım. Fotoğrafına baktıkça bile lezzetini hissediyorum. Gittiğimiz restoran turumuzun daha önceden anlaştığı bir restorandı. Türkçe menü vardı ve garsonlar da türkçe konuşabiliyordu. Atmosfer tam anlamıyla Ege’de bir sahil lokantasıydı, terk fark Ege denizinin karşı kıyısında olmaktı. Kalamar, ahtapot, midye, barbun, salata, peynir, kızarmış patates,vs. masada ne varsa hepsi de nefisti. Fonda yunan müzikleri, karşımızda Ege denizi, önümüzde nefis bir balık sofrası…
Tabi Kavala’da yemek dışında küçük bir şehir turumuz da oldu. Rehberin direktifiyle gezdiğimiz için yerler, isimler hafızamda pek yer etmedi. Ben genelde araştırıp, öğrenip gezerim ve bu nedenle de kolay kolay unutmam. Ama rehberin varlığının verdiği rahatlıkla sadece etrafımı izledim, sosyolojik ve kültürel özelliklere dikkat ettim. Dikkatimi heryerde dalgalanan bayraklar çekti, milliyetçiliğin önemli bir kavram olduğunu gösteren en önemli simge. Her gittiğimiz klisenin kalabalık olması ise ayrı bir özellik. Hatta çok kısa aralıklarla chapel (şapel) denilen küçük, sadece 1-2 kişinin sığabileceği kulube gibi kliseler vardı. Yani her an, her yerde tanrıya ulaşma ihtiyacı var. Bir klisede karşılaştığım bir manzara ise beni gülümsetti. Takım elbiseli bir adam, elinde bir buket çiçekle geldi. Meryem ananın heykelinin önünde durdu, çiçeği ona verdi ve sonra dua etmeye başladı. Öğrendiğim bir başka gelenek ise beni çok duygulandırdı. Otoyollarda, ara ara küçük klise maketleri vardı. Meğer bir yerde trafik kazası olmuşsa ve bir can kaybolmuşsa, oraya bu maketlerden dikip, hem ölen kişinin ruhuna dua edilmesini sağlıyorlar hem de oradan geçenlere “burada bir can gitti, dikkatli olun” mesajını veriyorlar. Bu gerçekten çok güzel ve çok ince bir düşünce.
Benzeyen kültürden mi, komşuluktan mı yoksa birilerinin birilerinden çalmasından mıdır asla kesin cevabı olmayan iki mutfağın da sahip çıktığı şeyler var halen. Türk kahvesi mi, yunan kahvesi mi? Haydari, pilaki, yoğurt, döner, baklava hatta farklı olarak tavla… Liste uzar gider. Bence komşuluktur bunun açıklaması, yakınlık ve kardeşlik. Bir de avrupada kim iyi tanıttıysa onun sayılmış galiba. Fransa’da sade yoğurda yunan yoğurdu denir, dönere döner bile değil direk grek (yunan) denir, beyaz peynir yunan peyniridir. Keşke türk mutfağı da dünyada güzelce tanıtılabilse.
Dönüş yolu uzun sürmüş olsa da, kutu kutu Kavala kurabiyelerimizi satın almanın mutluluğu ve Türkiye sınırına girdikten hemen sonra yenen Tekirdağ köftelerimizin dayanılmaz hafifliğiyle güzel turumuzu sonlandırdık. Tur organizasyon şirketimiz Nokta turizm bize güzel bir hafta sonu yaşattı. Son olarak şöyle özetliyeyim; tüm yorgunluğuna rağmen Kavala’ya sadece balık yemeye bile gidebilirim 🙂
EPP
Bu yazı daha önce 9842 kez okundu!
Çok güzel… ilk fırsatta 🙂
Kesinlikle tavsiye ederim, haftasonu olması da ayrıca avantajlı.