Sonbaharın en güzel günlerinin bir bayram tatiline denk gelmesi pek güzel oldu. Yollara düşüp sakin deniz kasabalarını gezmek, ısıtan güneşe inat üşüten rüzgara kapılmak ve yeni yerler keşfetmek benim için bir tatilde olabilecek en güzel şeylerdi.
Merak ettiğim ama çok popüler olduğu için sonbaharda yalnız kalmış halini görmek istediğim Bozcaada için tam zamanı olacaktı belki de eğer rüzgar bu kadar sert esmeseydi. Bir ada yalnızlığıydı görmek istediğim aslında ve gördüğüm tam da buydu. Sabah 9 feribotuyla adaya geçtiğimizde neredeyse sokaklarda kimseler yoktu. Restaurantlar yeni yeni açılmaya başlıyor, cafe sahipleri halen uyuyor, esnaf ise bayram sabahı olması nedeniyle başka yerlerdeydi. Terkedilmiş hissi veren sokaklarda sabah kahvemizi içmek üzere açık bulduğumuz Bakkal yüzümüzü güldürdü. Kahvemizi içerken bize eşlik eden mekan sahibinin annesi adanın en çok bu halini sevdiğini söylediğinde biraz daha adaya ısınmaya başladık aslında.
Sokakta oturmuş kahvemizi içerek ısınmaya çalışırken yanımızdan geçen ada halkının selam verip, bayramımızı kutlaması biraz şaşırtıcı geldi önce ama sonra iyice hoşumuza gitmeye başladı ve biz de kendimizi kaptırıp geçenlere “iyi bayramlar” demeye başladık. Kahve sonrası biraz daha gezinmek için enerji kazanmıştık ve ıssız kalmış kaleyi gezdik. Kalenin her bir köşesinden ayrı ayrı ada manzarasına bakarak biraz zaman geçirdik.
12 feribotuyla dönsek mi acaba derken rüzgar biraz hafifledi ve güneş yüzünü göstermeye başladı. Bizim ayrılış saatimiz de 2 saat ileri alındı bu durumda. Rüzgarın hafiflemesini fırsat bilip limanda bir balıkçının kimsesiz masalarına oturduk. Koreli restaurantı tercih etmiştik. Önceden araştırma yapmıştım nerede yemek gerektiğini konusunda ama gördüm ki ne pek seçenek var ne de fark var aralarında. Fiyatlar ise İstanbul balıkçılarından çok daha yüksek. Arz talep dengesine bağlanıyor hep bu fiyat artışı ama teorik olarak doğru olsa da fiilen çok yanlış bir şey var burada. İnsanların aldatılması fikrini, ne nedenle ve şartla olursa olsun kabul edemiyorum. Tabi bu durumda ne yapmam gerekiyor? Eğer bu aldatmacanın nedeni talebin fazla olmasıysa, ben talep etmiyorum!
Memleketimin feribotu, tarifeli saatinden 10 dakika erken kalktığı için iskelede kalan insanların itirazlarını izleyerek ayrıldığımız Bozcaada, bende “geldim, gördüm, beğendim ama bir daha gelmem” düşüncesi yarattı. Feribot yolculuğumuz adadan daha az rüzgarlı ve bol güneşliydi. Güzel bir deniz yolculuğuyla anakaraya varıp yolculuğumuza devam ettik.
Sonraki durağımız Assos yani Behramkale oldu. Antik limana iniş yolu oldukça tehlikeliydi ve hiç bir şey görünmediğinden uçurumun kenarında ilerleyip denize varıcakmışız hissi uyandırdı ama değdi çünkü aşağısı çok güzeldi! Çok küçük bir alan ama hala antik, hala tarih taş duvarlarda hissettiriyor kendini. Ve limanın muhteşem manzarası mutlu ediyor insanı.
Öğle yemeğini Bozcaada’da yemek yerine burada yemiş olmayı istedik bu masalara vuran güneşin ışıltısını görünce. Restaurantların ortasında yer alan dondurmacının külah pişirirken çıkardığı nefis kokuya dayanamayıp dondurmaların başına dikildik. Birbirinden güzel dondurmaları yerken benim kendimi boğmayı başarmam nedeniyle fotoğraf çekimi yapacak halim kalmadı öksürmekten. Ve kısa Assos gezimizi tadı damağımızda kalmış olarak tamamladık. Ayrılırken aklımdaki düşünce; “kesinlikle tekrar gelmeli ve bu antik limanda en azından bir kaç gece geçirmeliyim” oldu.
Assos’tan çıkıp sahilden gezintimize devam ederken Ayvacık’ın sahillerinde birbirinden güzel, yeşil ve mavinin birarada olduğu tesisler olduğunu gördük. Yol üzerindeki Teras Motel’in olduğu tepeden manzara, çok sevdiğim arkadaşımın deyimiyle, insanın ömrüne fazladan bir kaç gün katar güzellikteydi. Böylece seneye yaz tatilimizi nerede geçireğimizi de belirlemiş olduk.
Yolumuza devam edip güneş batmadan Küçükkuyu’da kalacağımız otele yetişmeye çalıştık çünkü hala denize girilebilir durumdaydı hava. Ben gün batımına yaklaşan kızıl güneşi izleyerek biramı yudumlarken, eşim de mutlu mutlu yüzüyordu denizde. Gün batımında sahilden yürüyerek şehir merkezine gittik. Tüm günün yorgunluğu nedeniyle nerdeyse 1.5 kg olan fotoğraf makinemi taşımak istemediğimden Küçükkuyu’da fotoğraf çekemedim. Çok güzel bir sahil yolu vardı aslında, sarı ışıklarla aydınlatılmış olmasından sanırım, çok sevdim ben bu yolu ve ardından birbirinden güzel balıkçılarla dolu bir meydan çıktı karşımıza.
Ertesi gün turumuza devam ederken Akçay’da kısa bir mola verdik ve yukarda sağda görülen güzel kordonda kısa bir yürüyüş yaptık. Şirin bir kıyı kasabası olduğunu düşünerek yolumuza devam ettik.
Güzergahımızda merak ettiğimiz diğer kıyı kasabamız, Balıkesir’in Burhaniye ilçesine bağlı Ören beldesi idi. Burada keşfedilmemiş bir güzellik olduğunu duymuştuk ve keşfe gittik. Antik çağda kurulan Adramytteion kentinden günümüze kalan güzel bir eski liman kasabası Ören. Tarihinin çok eskilere dayandığı yazılı bir sürü kaynakta ama kesin bilgiler içeren bir açıklama yok maalesef. Bilinen şeylerden biri kendi limanı, anayasası ve kralı olan bir kent olduğu. Şehir merkezindeki evlerin sadeliği 70 veya 80’lerin Türk mimarisi gibi geldi bana; tek katlı, büyük verandaları olan, gösterişsiz güzel binalar. Merkezde gezinirken aslında etrafta insanlar olduğunu görüyordum ama ilginç bir sessizlik ve dinginlik vardı, belki de akustik etkisi bilemiyorum ama gezinirken ve meydanda otururken hep aklımdan geçen “burada huzur var” cümlesi oldu.
Üstteki fotoğrafta görülen geniş ve uzun plajın hemen bitiminde merdivenlerle 15-20 basamakla direk şehir merkezine çıkılıyor. Bu durum şehir merkezinden bu güzel manzarayı izleme şansı veriyor tabi. Plajın hemen üstünde yerleşim alanı yok, parklar ve cafeler var. Bu da huzur içinde zaman geçirmek için olanak sağlıyor insana. Kendime buradan beğendiğim ev yüksek girişi olan tek katlı bir villaydı. Beyaz boyalıydı ve kocaman camları yine beyaz ferforje demirlerle kaplıydı. Balkonda gazete okuyan kadının yerinde olmayı hayal ederek ayrıldım Ören’den. Tekrar gelmek ve o güzel evlerden birinde bir kaç huzurlu gün geçirmek isterdim kesinlikle.
Nihai tatil bölgemiz Ayvalık’tan önce bir de Cunda’da ada havası alalım dedik. Cunda’yı ilk keşfimiz 2007 yılında olmuştu. İlk gün ada sokaklarında gezinip akşamında Deniz Restaurantta yediğimiz yemekten sonra, tatilin ilk günü olmasına rağmen sanki çok uzun zamandır tatildeymişim gibi mutlu ve keyifli hissetmiştim kendimi. Sonraki ziyaretlerimizde giderek artan ada ziyaretçilerine şaşırıyordum ama yine de keyif alabiliyordum. Fakat bu sefer, Cunda’nın kalabalığı beni kendinden soğuttu. Daha şehir merkezine yaklaşırken başlayan insan akını dikkat çekiyordu. Merkezin sahil kısmına geldiğimizde artık birbirimizin sesini duyamaz olduk. İnanılmaz bir kalabalık ve gürültü vardı. Klasik seyahat yazılarında “Taş Kahve’de bir kahve içmeli” diye yazılır hep ama artık o pek mümkün değil. Yani sıra beklenirse tabiki oturulabilir ama Cunda’da Taş Kahve’de olduğunuzu anlamanız mümkün olmaz çevrenin gürültü ve kalabalığından.
Neyseki ara sokaklarda hala sakin mekanlar mevcut. Renkli ada sandalyeleriyle süslenmiş mekanlardan birinde oturup zeytinyağlı mezelerinizi yiyerek de ada keyfi yapabilirsiniz. Ama bilin ki Cunda artık ada olmaktan uzaklaşmış. Popüler turizme teslim olmuş ve ada yalnızlığını kaybetmiş. Keşke çok daha önce keşfetmiş ve eski yalnız günlerinin tadını çıkarmış olsaydım.
Cunda’dan ayrılıp Ayvalık’ta bizi misafir edecek arkadaşlarımızla buluşmaya giderken saat 4’ü biraz geçmişti. Bu da bizim evden çıkışımızın üzerinden 36 saat geçtiğini gösteriyordu. Bu kadar kısa zamanda her kasabada bir mola tadında bir tur çok keyifliydi. Yeni yerler görmek bana her zaman hayat enerjisi veriyor, yaşadığımı hissettiriyor ve mutlu bir ifade bırakıyor yüzümde….
EPP
Bu yazı daha önce 6176 kez okundu!
Bir Burhaniyeli olarak keyifle okudum, ozlemle andim memleketimi. Orada yasayan insanlarin dedigi gibi, yaz bitip kalabalik uzaklasinca hersey cok daha guzel gelir. Dilerim tekrar yolunuz duser. Sevgiler
Teşekkür ederim Cansu hanım. Ben de çok sevdim memleketinizi, tekrar yolumun düşeceğinden eminim…