Uzun zamandır gezi yazılarına ara vermiş bir yazar olarak aslen gezmeye yeniden başlamış olmanın coşkusunu yansıtmaktan başka bir dileğim yok bu yazımda. Ama görüyorum ki cümlelerim biraz zor toparlanıyor kafamda. Hamilelik ve ardından uzun bir emzirme dönemi nedeniyle evdeki minikle bağlar hep bağlıydı; ta ki bir gün eski günlerdeki gibi bir Paris bileti alıp arkadaşıma haber verene kadar. Ne farklıymış hayat önceden ya da nereden baktığına bağlı olarak şimdi. Hemen ardından ilk kez evdeki minikle bir Avrupa tatili planı geliverdi. Ve Milano, anne kimliğiyle blog yazarı kimliklerinin karışımıyla ilk gezi oldu. Bir de tam 14 yıl önce Fransa’da öğrenciyken yaptığım kısa Milano seyahatimin anıları da eklenince bambaşka bir ruh hali oldu. Sanırım bir şehre veya bir geziye giderken gözden geçirilmesi gereken valizde neler götürdüğünüz veya orada neler göreceğinizden önce, oraya giderken kafanızda ve ruhunuzda neler götürdüğünüz. Aslen bunlar gittiğiniz şehirde neleri göreceğinizi ve ne hissedeceğinizi belirliyor. Anne olmadan önce hiç bir İtalyan şehrindeki çocuk parklarını incelememiş ve oradaki sadeliği fark etmemiştim. Veya kaldığımız binanın avlusunda kompost yapımı için özel bir çöp bulunuyor olmasını belki şuan ki doğa farkındalığım öncesi bu kadar etkileyici bulmazdım. Ve bunun gibi onlarca örneği yazı içinde bulacaksınız ve eminim siz de kendi kafanızdaki ve ruhunuzdakilerle bu yazıda başka başka şeylerden etkileneceksiniz.
Milano, İtalya’nın zengin ve gelişmiş kuzey bölgesinin yani Lombardiya’nın başkenti. Bu zamana kadar gördüğüm diğer İtalyan şehirlerinden oldukça farklı. Zenginliğinin sadece günümüzde modanın başkenti olması veya bir çok üretimin orada yapılıyor olmasından da önce tarihinden geliyor olduğu belli. Çünkü binalar oldukça büyük ve ihtişamlı, yollar ise oldukça geniş. Yani Roma’nın dar sokakları ve kubbeli ve heykellerle süslenmiş alçak binalarından farklı olarak eskiden de burada ekonominin temelleri varmış dedirtiyor.
Nedense Milano hakkında okuduğum yazıların çoğu, şehirde gezip görülecek pek az yer olduğunu, çok zaman ayırmamak gerektiğini yazıyor. Bir turist olarak tabi önce bilinen etkileyici adresleri arıyor insan ve onları görmek gerektiğini düşünüyor ama ben bu düşünceyi bırakalı çok uzun zaman oldu. Milano’da etrafımda sadece Amerikalılar varken göreceğim “Son Akşam Yemeği” tablosu için saatlerce kuyruk beklemekten çoktan vazgeçen bir turistim ben artık. Veya Paris’te Sartre’in kahvaltı yaptığı cafede “Sartre’ın kahvaltısı” menüsü diye aslında klasik fransız kahvaltısına sırf o isimle iki katı para ödemenin ne kadar saçma olduğunu düşünüyorum ama maalesef görüyorum ve düşünüyorum ki turizm yozlaşıyor tüm dünyada. Bu konuda fazlasıyla söylemek istediklerim var aslen ama şimdilik Milano ile devam edelim.
Zamanlama olarak sonbahar çok iyi bir seçim oldu. Konaklamak için airbnb’den bulduğumuz, ortada avlusuyla klasik bir İtalyan binasında kalmak ise bir başka güzel seçim oldu diyebilirim. Binanın dışı kadar dairenin içi de yüksek tavanları ve dekorasyonuyla etkileyiciydi. Bölge olarak tercihimiz Merkez İstasyonu’nun (Milano Centrale) hemen yanıydı. Lokasyon havaalanı transferi ve yakın şehir tren gezileri için çok elverişliydi, şehir merkezine de oldukça yakın.
Turistik bir gezi için Duomo’yu merkez alarak hareket etmek mümkün. Merkezden uzaklaştıkça daha güzelleşen bir görüntü olabilir tabi bu durumda. Çünkü Duomo ve çevresi aşırı kalabalık ve bu karmaşa tüm güzelliği örtebiliyor. Özellikle hafta sonu bence bu merkezden uzak durmak çok daha iyi bir seçim olur. Duomo katedrali şeklinde bir hata yaparak yazmayacağım çünkü Duomo İtalyanca’da katedral demek. Yani merkez alınan ve en çok ziyaret edilen bu yapının asıl ismi Milano Katedrali sadece. Bunu İtalyanca bildiğimden değil, meraklı gezgin olarak Duomo’dan çok uzaktayken bile Duomo tabelası görünce bir kaç kez, bu Duomo başka bir anlama geliyor herhalde diyerek google translate ile bakıp öğrendim.
Benim için görülecek yerler listesi ve kısa kısa ne hissettirdiği;
Duomo di Milano; içini ziyaret etmek ve çatısına çıkmak mümkün ama çok uzun kuyruklar beklemek gerekiyor. Ben içini gezmektense çatısına çıkmayı tercih ederdim ama maalesef kuyruk nedeniyle onu da düşünemedim.
Galleria Vittorio Emanuele; Duomo’nun hemen yanı başında, yapı olarak çok etkileyici ama aslen bir alışveriş merkezi. Ve özellikle Prada, Versace, Luis Vitton gibi markaları barındıran bir alışveriş imkanı var. Yani benim için biraz tezat bir görüntü oldu. Binanın estetiğine ve özellikle de çatısına hayran hayran bakıp sonra kafamı yerdeki tüketim ve marka çılgınlığına çevirmek istemedim bir türlü.
Piazza Della Scala; Galleria’nın Duomo tarafının tam tersi olan çıkışında. Burası Duomo kalabalığından kaçıp soluklanmak için uygun. Meydanın etrafında başta Scala yani Opera binası olmak üzere çok güzel yapılar var ve ortasında ise Leonardo Da Vinci’nin heykeli var. Burada oturup etrafı seyretmenizi ve gelip geçen turistlere bir de burada sakin otururken bakmanızı tavsiye ederim.
Piazza San Fedele; Yine hemen bu merkezin yanında ama çok kapalı kalmış bir meydan. O nedenle turistlerin değil de yerlilerin daha fazla olduğu bir meydan. Meydanın hemen yakınında panzerotti diye bilinen bir sokak yemeği satan bir fırın var diyeceğim ama Türkçe olarak pek anlamlı olmuyor bu sokak yemeği kelimesi. 1888’den bu yana orada olan Luini adında bir fırında satılıyor panzerotti. Bir nevi bizdeki pişinin içine farklı malzemeler doldurulmuş hali. Bir de yine içine malzeme koyulup kapatılıp fırında pişirilen versiyonu var. Aslen bu pişi gibi olanın Sicilya’da çok eskilerde sokakta pişirilip satıldığını, bir nevi pizzanın fast food hali olduğunu duymuştum Antonio ve Gennaro’nun bir programında. Oldukça basit ve Milano’nun genel restoran fiyatlarıyla karşılaştırıldığında oldukça ucuz. Yani yerliler ucuz olduğundan, turistler ise merak ettiğinden rağbet gösteriyor ve uzun bir kuyruk hiç eksik olmuyor. Hemen yakınında bir de paket olarak dilim pizza satan Spontini adında bir yer var yine çok eskilerden. Yerlilerin buralardan aldıkları yiyeceklerle öğle yemeğini bu meydanda yediğini görünce; tamam doğru yerdeyim deyip hemen ben de bu lezzetlerden aldım. Spontini’nin dilim pizzası görsel olarak çekici değildi ama lezzetliydi fakat panzerotti epey vasattı. Meydanları çok seven bir kişi olarak meydanda oturup bir şeyler yeyip etrafı izlemek benim için en güzel turistik şehir aktivitesi oldu.
Piazza dei Mercanti; İçinde 1233’ten başlayıp 1300’ler, 1500’lere ait bir kaç farklı ve zamanın önemli yapısını bulunduran ve orta çağın mimarisini temsil eden bir meydan olduğunu okuduğumda bende oldukça merak uyandırmıştı. Ama meydana girerken gözüme ilk çarpan McDonalds olunca bir anda algım değişti. Yapıların çoğunda restorasyon vardı. Ama o girdiği her yeri bozan zincir restorandan uzaklaşınca biraz daha binaların bambaşka mimarisini hissedebildim. Yine de beklediğim gibi büyüleyici olmadı.
Parco Sempione; Şehrin en büyük parkı olan Sempione’yi pazar sabahı ziyaret etmeyi planlamıştım; çünkü İstanbul’da her pazar sabahı bizim minik ile parklarda koştururuz. Böylece aynı aktiviteyi bu kez İtalyanlarla birlikte yaparız diye düşünmüştüm. Ama parka gittiğimizde bizim için pek de hoş olmayan bir büyük yürüyüş organizasyonu olduğunu, yüzlerce kişinin aralarından geçilmez bir kalabalıkla neredeyse bütün parkın yollarını kapladığını gördük. Neyse ki zor da olsa kendimize parka girecek bir boşluk bulduk ama bu sefer de çok yüksek sesle yürüyüşe tempo tutan kötü bir müziğe maruz kaldık. Yani diyeceğim şu ki; bir şehre gitmeden o şehirde o tarihlerde ne gibi büyük organizasyonlar var bakmakta fayda varmış. Yine de bu parkı çok sevdim çünkü çocuk oyun alanı çok güzeldi ve içinde 1960’lardan bu yana orada olan bir tünel ve tren vardı çocuklar için. Geç de olsa pazar akvitemizi yaptık ve organizasyon nedeniyle yanına bile yaklaşılamayan Sforzesco Kalesi’ni göremeden parktan ayrıldık.
Navigli; Milano’da en sevdiğim ve en çok keyif aldığım yer oldu. Bir kez akşam saatlerinde gittik ve sonra bir kez de gün batımında. Gün batımında hem kanal hem de etrafındaki binalar başka bir renge büründü, güneş büyüdü, büyüdü ve tam da kanalın üzerinden batıp gitti. Akşam gezinirken kanalın sonunda, kanalın yoluyla mağazalar arasında bir boş alan vardı ve yaklaşan yılbaşı nedeniyle ışıklandırılmıştı. Tam o boş alandan karşıya geçerken bir rüzgar çıktı ve sonbaharın kuru yaprakları uzun bir ağaçtan savruldu, sokağın sarı lambaları ve Ecliss mağazasının yılbaşı ışıkları ile birleşip bana adeta bir masal sahnesi yaşattı. O an, hem içinde olduğum ana şükrettim hem de anı yaşayabiliyor olduğuma.
Giardini Pubblici Indro Montanelli; Sempione’den sonra ikinci büyük park ve içinde küçük bir gölet ve küçük ve güzel bir saray barındırıyor. Bizim kaldığımız evden şehir merkezine gidiş istikametinde olduğundan ve de sonbaharın harika renkleriyle dolup taştığından neredeyse her gün uğradık. İçindeki anaokulu da bende ekstra bir sevgi uyandırdı.
Bosco Verticale;Milano’da en çok etkilendiğim yapı! Bosco Verticale dikey orman demek ve aslen bu iki binadan oluşan bir tasarım. Üstteki fotoğrafa baktığınızda sizde ne uyandırır bilemiyorum ama ben gerçeğini gördüğümde çok şaşırdım ve kesinlikle bir yeşilci olarak çok etkilendim. Detaylı bilgi için tasarımın sahibi mimarın sayfasına buradan ulaşabiliriz. Ayrıca linkte görsel olarak da daha etkileyici bir içerik bulabilirsiniz. Temel olarak dikey ormanın sürdürülebilir oturma alanı yaratmak için bir model olduğunu söylüyor mimarı Stefano Boeri ve metropollerin yeniden ormanlaştırılmasına katkıda bulunmak üzere bu projeyi yaptığını söylüyor. Ve daha önce üzerinde düşünmediğim bir kavramdan yani şehrin ekosisteminden bahsediyor. Ekosistem deyince hep genel bir doğa görüntüsü gelir benim aklıma ama aslen şehir yaşamı bir gerçek ve bu yaşamın da kendi ekosistemi var.
Bu binalardan önce Milano’da ne kadar çok evin balkonunda ağaç olduğu veya ağaç olmasa da koca koca yeşillikler olduğu dikkatimi çekmişti. Üstüne Bosco Verticale de eklenince böyle büyük bir metropolde insanların yeşile ve ağaca olan bu sevgisi beni çok etkiledi. Bir de yine hayran olduğum bir başka çevreci Milano uygulaması, istinasız her yerde çöplerin malzemesine göre geri dönüşüme gönderilmek üzere ayrıştırılıyor olmasıydı. Girişte kaldığımız evin avlusunda kompost için çöp kovası olduğundan bahsetmiştim.Ve gördüm ki tüm şehir bu bilinci taşıyor. Kendi adıma bu durumdan etkilenip döner dönmez bir geri dönüşüm çöp kovası yaptım. Aslında daha önce bir kaç kez denemiştim ama ikinci bir çöp kovasına yer olmadığından ve ortada bunları biriktirmek hoş olmayacağından vazgeçmiştim. Başka bir çöp kovası alıp kapının önüne koydum yani isteyince yer bulmak da mümkün oldu. Fakat evimizde balkon olmadığından kompost yapamıyorum. Ama biliyorum ki buna da istersem bir çözüm bulabilirim.
Ben Milano’yu genel olarak çok sevdim ve kısa bir süre değil de güzel bir zaman geçirdiğim için mutluyum. Neden sevdim diye düşündüm biraz dönüş yolunda; sanırım bir yandan İstanbul gibi bir metropol kimliği taşırken bir yandan da trafiksiz, sakin, yeşil ve güzel olunabildiğini kanıtladığı için…
EPP
Bu yazı daha önce 4208 kez okundu!